MUTLAKA OKUMALISIN-DEVAMLI GÜNCELLENEN PAYLAŞIMLAR



EMEĞİNİN DEĞERİNİ BİL!
Hindistan’da “Ranga Guru” olarak tanınan
ünlü bir ressam varmış. İnsanlar bu ressamın
eserlerini çok beğenirlermiş. Onun yetiştirdiği
bir ressam olan Raciçi ise, artık eğitimini
tamamlamış ve yaptığı son resmi Ranga Guru’ya
götürmüş. Ondan resmini değerlendirmesini
istemiş. Ranga Guru; “Sen artık ressam sayılırsın
Raciçi. Artık senin resmini halk
değerlendirecek.” diyerek Raciçi’den, resmi
şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve
en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da
kırmızı bir kalem koyarak halktan,
beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica
eden bir yazı bırakmasını söylemiş.
Raciçi, ustasının dediklerini yerine getirmiş.
Birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde
görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve
neredeyse görünmüyor. Onca emek harcadığı
tablosunu o şekilde görünce çok üzülmüş.
Resmi alıp Ranga Guru’ya götürmüş ve ne kadar
üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru,
Raciçi’ye üzülmemesini ve resmi yeniden
yapmasını söylemiş. Raciçi resmi yeniden
yapmış ve yine Ranga Guru’ya götürmüş.
Ranga Guru, resmi tekrar şehrin en kalabalık
meydanına bırakmasını istemiş. Ama bu defa
yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı
boya ve birkaç fırça ile birlikte... Ayrıca yanına
insanlardan, beğenmedikleri yerleri
düzeltmelerini rica eden bir yazı bırakmasını
istemiş. Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün
sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç
dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da
kullanılmamış.
Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya
gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.
Ranga Guru ise; “Sevgili Raciçi, sen birinci
durumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar
acımasız bir eleştiri sağanağı ile
karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında bir kez
dahi resim yapmamış insanlar gelip senin
resmini karaladı. Oysa ikinci durumda onlardan
hataları düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını
istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç
kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye
kalkmadı, cesaret edemedi. Sevgili Raciçi,
mesleğinde usta olman yetmez, bilge de
olmalısın. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından
haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara
göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur.
Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla

bilmeyenle tar tışma.” demiş.

KURBAĞALAR YARIŞIYOR
Hep tavşanla kaplumbağa yarışacak değil
ya... Bu sefer de kurbağalar kendi aralarında
yarışmaya karar vermişler. Yarışmayı kazanmak
için yaşadıkları derenin hemen yanında bulunan
yüksekçe bir ağacın tepesine tırmanmaları
gerekiyormuş. Yarışmacı kurbağalar ağacın
önünde sıraya dizilmişler, diğer kurbağalar da
çevreye yayılıp yarış mayı izlemeye başlamışlar.
Yarış başlamış. Ne var ki seyirci
kurbağalardan hiç biri gerçekte o ağacın
tepesine çıkılabileceğine inanmıyormuş.
Seyirciler arasından şu sesler duyuluyormuş:
“Zavallılar... Hiçbir zaman
başaramayacaklar!”
Zaman ilerlemiş, seyirci kurbağaların sesleri
hiç de ğişmemiş:
“Zavallılar... Hiçbir zaman
başaramayacaklar!”
Nihayet biri hariç, kurbağaların hepsinin
ümitleri kı rılmış ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan
son kurbağa büyük bir gayret ile ağacın tepesine
çıkmayı başarmış.
Kurbağalar hayret içinde onun bu işi nasıl
başardığını öğrenmek istemişler. İçlerinden biri
ona yaklaşmış ve bu işi nasıl başardığını sormuş.
O anda farkına varmışlar ki ağaca tırmanmayı
başaran kurbağa sağırmış!
Bizlere hayallerimizi
gerçekleştiremeyeceğimizi, hedeflerimize
ulaşamayacağımızı söyleyen kişiler her zaman
olacaktır. Böylelerine karşı sağır olmayı bilmek

ge rek.

BEN O ÇOCUKLARI ÇOK SEVDİM
Amerika’nın Baltimore şehrindeki bir
üniversitede görevli sosyoloji profesörü,
sınıfındaki öğrencileri şehrin kenar mahallelerine
göndermiş ve onlardan, o bölgede yaşayan iki
yüz erkek çocuğun durumlarını araştırmalarını
ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir
değerlendirme yapmalarını istemişti. Öğrenciler,
araştırmalarını bitirdikten sonra yazdıkları
değerlendirmelerde, bu çocukların gelecekte
hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdi.
Bundan yirmi yıl kadar sonra bir başka
sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı
buldu ve öğrencilerden bu projeyi
sürdürmelerini ve aynı çocuklara ne olduğunu
araştırmalarını istedi. Öğrenciler, o bölgeden
taşınan ya da ölen yirmi çocuk dışındaki yüz
seksen çocuktan yüz yetmiş altısının olağanüstü
bir başarı gösterip avukat, doktor ya da işadamı
olduklarını tespit ettiler.
Bu durum profesörü çok etkilemişti, konuyu
araştırmaya karar verdi. Eskinin yoksul ve
umutsuz çocukları, şimdinin ise zengin ve
başarılı yetişkinleriydiler. Onları bulmak zor
olmadı, zaten çoğu aynı kentte yaşamlarını
sürdürüyordu. Görüştüğü kişilere “O koşullarda
nasıl bu kadar başarılı oldunuz?” diye sordu.
Aldığı cevap her seferinde “Mahalle okulunda
bir öğretmenimiz vardı onun sayesinde...”
şeklindeydi.
Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti.
Hâlâ hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı
öğretmenin adresini bulup kendisini ziyaret
etmek için evine gitti. Karşısında yılların yüzüne
eklediği kırışıklara rağmen hâlâ dinç duran yaşlı
bir kadın buldu. Merakla yaşlı kadına, “Bu
çocukları kenar mahallelerden kurtarıp başarılı
birer yetişkin olma larını sağlamak için kullandığı
sihirli formülün ne olduğunu” sordu. Yaşlı
öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının
kenarında bir gülümseme belirdi:
“Çok basit” dedi,

“Ben o çocukları çok sevdim.”

IŞIĞI YAYMAK
Şirket sahibi yaşlı bir adam hastalanmıştı;
artık günlerinin sayılı olduğunu biliyordu.
Yaşlı adamın üç oğlu vardı. Oğullarını yanına
çağırdı. Onlara artık yaşlandığından, hastalığının
işin başında durmasına engel olduğundan söz
etti. Gelecekle ilgili oğullarına öğütler verdi.
“Üçünüz de benim çocuklarım,
oğullarımsınız.” dedi. “İçinizden hangisi
şirketimizin başına geçecek, buna karar vermem
zor. Ben öldükten sonra da bu yüzden aranızın
açılmasını hiç istemiyorum. O yüzden,
hanginizin işin başında olmayı hak ettiğine karar
vermek için sizi sınamaya karar verdim.
Üçünüze de yüzer lira vereceğim. Şimdi gidip
yalnızca bu yüz lirayla öyle bir şey alacaksınız
ki, akşam getirdiğinizde bu odayı bir uçtan bir
uca dolduracak. Bu dediğimi kim yapabilirse,
işlerin başına da o geçe cek.”
Çocuklar, babalarının yanından ayrıldılar ve
her biri farklı bir sokaktan yola koyulup
babalarının isteğini ger çekleştirmeye giriştiler.
Akşam geri döndüklerinde babaları,
“Evlatlarım, yüz lirayla ne yaptınız, ne aldınız?”
diye sordu.
Büyük oğul:
“Bir arkadaşın çiftliğine gittim, yüz lirayı
verdim ve ondan iki balya saman aldım.” diye
cevap verdi. Sonra odadan dışarı çıkıp aldığı
samanları içeri getirdi; çuvalı açtı ve samanları
havaya savurmaya başladı. Odanın her tarafı bir
anda samanla doldu. Ama az sonra samanların
tamamı yere indi ve böylece, büyük oğlun
babasının istediği şekilde odayı bir uçtan öbür
uca dolduramadığı gö rülmüş oldu.
Yaşlı adam, bunun üzerine ortanca oğluna
bakarak “Peki oğlum, sen paranla ne yaptın?”
diye sordu. Ortanca oğul:
“Yorgancıya gittim. Ondan yüz liralık
kuştüyü aldım.” diye cevap verdi. Ardından
çuvalını içeri getirip içindeki bütün tüyleri
savurmaya başladı. Birkaç dakikalığına
neredeyse bütün oda tüylerle doldu, ama
samanlar gibi tüyler de yavaş yavaş yere indiler
ve böylece bu çocuğun da odayı dolduramadığı
görülmüş oldu.
Sıra, en küçük çocuğa gelmişti. Hasta
yatağında hafifçe doğrulan adam “Sen evladım,
sen paranı ne yaptın?” diye sordu.
Küçük oğul:
“İlk olarak küçük bir dükkâna gittim. Yüz
lirayı dükkân sahibine verdim ve ondan parayı
bozmasını istedim. Sonra, elli lirayı bir hayır
kurumunun kumbarasına bıraktım, kırk lirayla
yolda gördüğüm iki muhtaç insana yiyecekleri
bir şey alıp verdim, kalan on lirayla da iki şey
aldım.”
Küçük oğul, bunu der demez, elini cebine
atıp bir çakmak ve bir mum çıkardı. Odanın
lambasını kapatıp mumu yakınca, bütün oda
mumun yaydığı ışıkla doldu. Yüzer liralık saman
ve tüy odayı doldurmaya yetmemişti, ama on
liraya alınan mum ile çakmak bütün odayı bir
uç tan öbür uca ışıkla doldurmuştu.
Yaşlı adam, memnun bir yüz ifadesiyle “Çok
iyi oğlum!” dedi. “Benden sonra işlerin başında
sen olacaksın. Çünkü hayata dair çok önemli bir

şeyi, ışığını yaymayı öğ renmişsin.”

KİM KAZANACAK
Bir Kızılderili kabilesinde yaşlılardan biri
kabilenin çocuklarına eğitim veriyordu. Onlara
dedi ki:
“İçimde bir savaş var. Korkunç bir savaş...
İki kurt arasında... Bu kurtlardan birisi korkuyu,
öfkeyi, kıskançlığı, üzüntüyü, pişmanlığı,
açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, suçluluğu,
küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları,
yapmacık gururu, üstünlük taslamayı ve egoyu
temsil ediyor. Diğeri ise zevki, huzuru, sevgiyi,
umudu paylaşmayı, cömertliği, dinginliği,
alçakgönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği,
dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil
ediyor. Aynı savaş sizin içinizde de sürüyor ve
diğer tüm insanların içinde... “
Çocuklar anlatılanları anlamak için bir dakika
düşündüler ve içlerinden biri yaşlı Kızılderili’ye
sordu:
“Hangi kurt kazanacak?”
Yaşlı Kızılderili kısaca cevap verdi:

“Beslediğiniz... “

UÇAK PERSONELİNİN BAŞARISI 

Bir uçak yolculuğu esnasında beyaz bir kadın ile zenci bir adam yan yana oturmaktaydılar. Beyaz kadın bu durumdan rahatsız olmuştu; hostesten kendisine başka bir yer bulmasını istedi. Zenci birinin yanında oturamazdı. Hostes, uçağın tamamen dolu olduğunu; ancak VIP bölümünde yer olup olmadığına bakacağını söyledi. Diğer yolcular olayı şaşkınlık ve tiksinti dolu bakışlarla izliyorlardı; kadın, yaptığı saygısızlık yetmezmiş gibi bir de VIP bölümünde yolculuğuna devam edecekti. Teninin renginden dolayı kendine hakaret edilen adam ise suskundu, cevap vermemeyi tercih etmişti. Kadın ise zenci adamdan uzakta VIP bölümünde seyahat edeceğini düşünerek hostesin dönmesini bekliyordu. Hostes birkaç dakika sonra geri geldi: “Geciktiğim için çok özür dilerim; neyse ki VIP bölümünde boş yer bulabildim. Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. ‘Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz’ dedi ve bu izni verdi.” Diğer yolcular duyduklarına inanamıyorlardı, herkes şaşkındı. Bu sırada kadın da yüzünde mağrur bir ifadeyle yerinden kalkmaya hazırlandı. Aynı anda hostes, oturmakta olan zenciye dönerek: “Beyefendi, sizi uçağın VIP bölümündeki yeni yerinize götürmem için beni takip eder misiniz lütfen? Seyahat firmamız adına kaptan pilotumuz, böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için sizden çok özür diliyor.” Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler. O yıl, kaptan pilot ve hostes uçaktaki davranışlarından dolayı ödüllendirildiler. Aşağıdaki mesaj, personelin görebileceği şekilde sergilenmek üzere tüm ofislere gönderildi: “İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler, insanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler; ama insanlar onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar.”

BAŞARININ SIRRI
Adamın biri tek başına parkta oturuyor, başı
ellerinin arasında kara kara düşünüyordu. İşleri
bozulmuş, iflasın eşiğinde bir işadamıydı
kendisi. Ne yaparsa yapsın bir türlü durumu
düzeltemiyordu. Bir taraftan kredi verenler onu
sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan
ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir
çıkış yolu bulamıyordu. Zaten parka da can
sıkıntısını biraz hafifletmek için gelmişti.
O sırada önünde yaşlı bir adam durdu: “Çok
üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey
olduğu belli... Benimle paylaşmak ister misin?”
diye sordu yaşlı adam. İşadamının yakınmalarını
dinledikten sonra da, “Sana yardım edebilirim.”
dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını
sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de
şöyle dedi: “Bu para senin. Bir yıl sonra seninle
burada buluştuğumuzda bana olan borcunu
ödersin. Hadi al!” dedi. Ve yaşlı adam geldiği

gibi hızla gözden kayboldu.
Adam elinde çek öylece kalakaldı. Neden
sonra elindeki çeke bakmayı akıl edebildi. Bir an
gözlerine inanamadı. Çekte yüz bin dolar
yazıyordu ve imza ise ülkenin önde gelen
zenginlerinden birine aitti. “Tüm borçlarımı
hemen ödeyebilirim” diye düşündü ilkin.
Ardından bir yıl sonra borcunu geri ödeyeceğini
düşünerek çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu
değerli çeki kasasına koydu.
Onun kasasında olduğunu bilmenin
güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar
dört elle sarıldı. Küçük büyük demeden tüm
işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını
yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni
işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini
yoluna koyabilmişti.
İlerleyen zamanda ise borçlarından tümüyle
kurtulmuştu; hatta para kazanmaya başlamıştı.
Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl
sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti.
Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam
zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru

geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı
öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak
geldi ve adamı yakaladı. Hemşire “Onu
bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız
etmemiştir!” dedi. “Çünkü bu bey sürekli olarak
huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese
kendisinin çok zengin biri olduğunu söylüyor.”
diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla
birlikte uzaklaştı.
İşadamı şaşkın bir şekilde öylece donup
kaldı. Bütün bir yıl boyunca arkasında yüz bin
dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve
satmıştı. Birden, hayatının akışını değiştiren
şeyin para olmadığını fark etti. Hayatını
değiştiren şey yeniden kendinde bulduğu
kendine güven ve inançtı.
Başarının sırrı, kasamızda duran değil,
kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde
aramaya gerek yok.

DENEMEYİ GÖZE ALMAK
Eski zamanlarda bilge bir kral vardı. Kral
maiyetinden birine önemli bir görev verecekti.
Çok sayıda kişi bu göreve talipti ve kral bir
seçim yapmak durumundaydı. Nihayet adaylar
için bir imtihan düzenledi.
Kral, adayların sarayın dış kapısının önünde
toplanmalarını emretti. Kapı çok büyük ve
ağırdı; tek bir kişinin bu kapıyı açıp kapatması
söz konusu bile değildi. Kral maiyetine seslendi:
“Kapıyı kim açabilirse görev onundur!” dedi.
Adaylardan bazıları “açamayız” der gibi
başlarını salladılar. Peşin hükümlü olmayan
diğerleri ise kapıyı daha yakından incelemek
istediler; fakat neticede onlar da kapıyı
açamayacaklarını belirttiler.
O sırada kralın lordlarından biri kapının
yanına gitti; dikkatlice kapıyı yokladı ve
sonunda bütün gücüyle kapıya yüklendi. Kapı
ağır ağır açılmaya başladı, insanlar şaşkınlıkla

bakakalmışlardı. Bu nasıl olabilirdi? Aslında
durum göründüğü kadar karmaşık değildi. Kral,
önceden kapının arkasına gizlice bir düzenek
yaptırmıştı ve bu sayede kapının tek bir kişi
tarafından açılabilmesi mümkün olmuştu. Kral
bu sayede adaylardaki deneme isteği ve
yürekliği açığa çıkarmak istiyordu.
Kral lordu yanına çağırdı ve ona şöyle dedi:
“Sadece gördüklerine ve işittiklerine bağlı
kalmadan kendi gücünü devreye soktuğun ve
denemeyi göze aldığın için saraydaki görevi sen

alacaksın.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder